12 Eylül’den Perdeye: Susturulamayan Sinema
Türkiye, 1980’li yıllara siyasi karmaşa ve toplumsal kutuplaşmanın ardından gelen 12 Eylül askeri darbesiyle adım attı.
Bu zorlu dönem, sadece siyasetin, ekonominin ve üniversitelerin değil, aynı zamanda sanatın ve sinemanın da üzerine ağır bir gölge düşürdü. Sansür mekanizması, daha önce hiç olmadığı kadar katı, ideolojik ve denetleyici bir hale geldi.
Ancak sinema, doğası gereği sessiz kalmayı reddeden bir sanattır. Darbenin soğuk rüzgarı altında yeşeren 1980 sonrası Türk sineması, bir yandan Yılmaz Güney gibi ustaların mirasını devralırken, diğer yandan da dönemin katı denetimi altında kendi varoluşunu sorgulayan, metaforlara sığınan yeni bir ifade dili geliştirdi. Bu dönem, baskının sanatsal yaratıcılığı öldürmek yerine onu incelikli ve çok katmanlı bir direnişe zorladığı bir evrenin başlangıcı oldu. Perdenin ardındaki bu zorlu mücadele, bugün izlediğimiz eleştirel sinemanın temelini attı.

Baskıdan Doğan Yeni Diller ve Cesur Filmler
12 Eylül 1980 darbesi, Türk sineması üzerindeki sansür mekanizmasını daha da keskinleştirdi. Sadece siyasi içerikler değil, toplumsal eleştiri, cinsellik, hatta gündelik hayatın bazı gerçekleri bile “milli ve manevi değerler” potasında eritilerek ayıklandı. Ancak sinema, baskıya rağmen susmadı; sadece dilini değiştirdi.
Bu dönemin en cesur yapıtları, ya doğrudan siyasi yaralara dokundu ya da tabu sayılan bireysel özgürlükleri ve kadın kimliğini merkeze aldı.
Yılmaz Güney’in Vasiyeti: Duvar (1983): Darbeden sonra yurtdışında tamamlanan ve yönetmenin son filmi olan bu eser, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde yaşanan çocuk mahkum isyanını konu alarak, sistemin baskıcı yüzünü uluslararası alanda tokat gibi çarptı.
Kadın Kimliğinin Sesleri: Atıf Yılmaz’ın filmleri bir dönemin tabularını yıktı. Mine (1982) ve Adı Vasfiye (1985) gibi yapıtlar, kadınların bireysel özgürlüğüne odaklanarak sansürün en hassas olduğu alana cesurca girdi.
İmge ve Metaforun Zirvesi: Anayurt Oteli (1986): Ömer Kavur’un bu alegorik eseri, bir otel katibinin yalnızlığını anlatarak dönemin toplumsal bunalımını perdeye taşıdı.
Toplumsal Eleştiri: Çıplak Vatandaş (1985): Başar Sabuncu’nun yönettiği bu film, sıkıyönetim sonrası dönemin ekonomik ve sosyal çıkmazlarını mizahi ama keskin bir dille eleştirmesiyle cesur bir adım attı.
Hapishane Duvarlarını Aşmak: Uçurtmayı Vurmasınlar (1989): Bir çocuğun gözünden kadınlar hapishanesini anlatan bu film, hapsedilmişliğin, umudun ve insan ruhunun direncini işledi.
Sansürle Simgesel Mücadele: Duvar’ın Dramı
1980 sonrası sansürün sadece bir denetleme değil, aynı zamanda siyasi bir dışlama aracı olduğunun en çarpıcı örneği, Yılmaz Güney’in son filmi olan Duvar’dır (1983).
Filmin Yasaklanması: Film, Türkiye’deki siyasi tutukluluk ve cezaevi koşullarını çocukların dramı üzerinden anlatıyordu. Henüz gösterime girmeden, yönetmenin siyasi kimliği ve sürgün durumu nedeniyle film, Türkiye’de kesin bir yasakla karşılaştı.
Uluslararası Tanınma: Film, yasaklara rağmen Cannes Film Festivali’nde gösterildi ve büyük ses getirdi. Bu durum, Türkiye’nin içindeki bir yasağın, uluslararası platformda ülkenin sanat ve ifade özgürlüğü karnesi olarak görülmesine neden oldu. Duvar, sanatın sınır tanımayan gücünü ve baskıcı rejimlere karşı direnişini sembolize etti.
Duvar’ın hikayesi, o dönemin sinemacılarının sadece senaryo değil, aynı zamanda dağıtım, gösterim ve hatta filmin yapım hakları için bile sansürle mücadele etmek zorunda kaldığını gösteren acı bir örnektir.
Günümüz: Özgürlükten Sorumluluğa
Günümüzde yasal sansür kurulları eskiye oranla daha az gündemde olsa da, oto-sansür ve toplumsal baskı sinemacılar için hâlâ büyük bir engel teşkil ediyor.
1980 sonrası Türk sineması, direnişin ve yaratıcılığın muhteşem bir örneğidir. Bize şunu göstermiştir: Sansür, sadece bir filmin kesilmesi demek değildir; aynı zamanda bir toplumun kendiyle dürüstçe yüzleşmesini engelleme çabasıdır. Ancak, perdenin önündeki gölgeler ne kadar yoğun olursa olsun, o perdenin ardındaki ışık, her zaman bir yolunu bulup izleyiciye ulaşmıştır.