Perdede Parlayan Mucize
Karanlık salonda oturup, bilmediğimiz karakterlerin acısıyla ağlamak veya sevinciyle gülmek… Bu, bizi birbirimize bağlayan görünmez bir ipliktir.
Sinema, özünde insanlık durumunun büyük, duygusal ve paylaşılan bir hikayesidir.
Bu sinemanın doğuş anından itibaren taşıdığı temel ihtiyaca dayanır: insan deneyimini kaydetme ve paylaşma arzusu.
Sinemanın doğuşu,tek bir mucidin anlık bir icadı değil; sanatın,bilimin,sanayinin yollarının kesiştiği,uzun heyecan verici bir sürecin sonucudur.Temelinde yatan en büyük istek ise hareketi kaydetmek ve yeniden üretmektir.
Işığın ve Hareketin Büyüsü
Herşey durağan görüntülerin hızla art arda gösterilmesiyle hareket illüzyonun sağlanabileceği farkedildiğinde başladı.
19.yüzyıl boyunca, “Sihirli Fener”ler ve “Zoetrope” gibi oyuncaklar bu illüzyonu çok çok basit şekilde sağlıyordu.Ancak asıl en büyük gelişme fotoğrafçılığın gelişmesiyle yaşandı.
1870’lerde,İngiliz fotoğrafçı Eadweard Muybridge’in,koşan bir atın dört ayağının da yerden kesilip kesilmediğini kanıtlamak için yaptığı deneyler bir dönüm noktasını kapısını araladı.Muybridge bir dizi fotoğraf makinesini kullanarak,ahreketin farklı anlarını art arda yakaladı.Bu sinemanın temel direği ardışık kareler fikrinin ilk gerçek uygulaması oldu.
Kayıt Cihazından Perdeye:Lumiere Dokunuşu
Asıl devrim ise 1890’larda gerçekleşti.Amerikalı mucit Thomas Edison ve yardımcısı hareketli görüntüleri tek bir kişiye izletmek için tasarlanan Kinetoskop’u geliştirdiler.Bu icat,bireysel izleme kutusuydu ve insanlar tarafından büyük bir ilgi ile karşılandı.Ancak sinemanın geniş kitlelere ulaşması için,görüntünün yansıtılması gerekiyordu.
İşte tam bu noktada sinemanın “babaları” olarak anılan Fransız mucitler Lumiere kardeşler devreye girdi.
1895’te,hem çekim yapabilen hem de yansıtma yeteneğine sahip olan kompakt araç “Sinematograf”ı icat ettiler.
Sinetograf’ın en önemli anı,28 Aralık 1895’te Paris’teki Grand Cafe’nin bodrum katında gerçekleşen ilk ücretli halka açık gösterimdir.Lumiere kardeşler “Bir Trenin La Ciotat Garı’na Varışı” gibi kısa filmleri gösteerdiklerinde,anlatılanlara göre seyirciler üstlerine doğru gelen trenin gerçekliğinden korkarak çığlık atmışlardı.
Bir Sanat Doğuyor
Bu ilk gösterim sadece teknik bir başarı değil, aynı zamanda yeni bir sanat formunun da resmi olarak doğmasıydı.Lumiere kardeşlerin kayıtları,belgesel sinemanın temelini atarken, illüzyonist Georges Melies gibi vizyonerler kısa süre sonra sinemanın hayal gücünü zorlayan bir araç olabileceğini kanıtladı.Mieles “Aya Seyahat”filmiyle özel efektleri ve kurguyu kullanarak sinemayı basit bir kayıt sistemi olmaktan çıkarıp fantastik hikaye anlatıcısına dönüştürdü.
Sinemanın doğuşu,bu yüzden sadece bir makinenin icadı değil;hareketi,zamanı ve mekanı yeniden kurgulama imkanına sahip yeni bir görsel dilin keşfiydi.
Bugün izlediğimiz her film o 1895 kışında atılan o küçük titrek adımların mirasını taşıyor.
Ve perde açıldığında o ilk heyecanın o ilk büyünün izlerini görmeye devam ediyoruz.