Savcı Cinayeti ve Hukukun Yarası
Türkiye, genç bir Cumhuriyet Savcısı’nın boğazı kesilerek öldürülmesiyle sarsıldı. Ancak bu olay yalnızca bir cinayet vakası değil, aynı zamanda yargıya duyulan güvenin derinden sarsıldığı bir tabloyu da ortaya koyuyor.
19 yaşındaki Mustafa Can Gül’ün ifadesi, meselenin görünen yüzünden çok daha fazlasını işaret ediyor. İfadesine göre Savcı, ortağıyla birlikte Yeşil Oba Et Mangal isimli bir işletmeyi yönetiyor; kendisi de orada çalışırken şiddete uğruyor, alacağını alamıyor ve defalarca itilip kakılıyor.
Burada karşımıza çıkan en vahim durum şudur:
Bir Cumhuriyet Savcısı, nasıl olur da ticari ortaklık yapar, çalışanına şiddet uygular, borç-alacak ilişkisine girer?

Halbuki mevzuat çok nettir:
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 28. maddesi der ki:
“Memurlar, Türk Ticaret Kanununa göre tacir veya esnaf sayılmalarını gerektirecek faaliyette bulunamazlar.”
2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun 48. maddesi ise daha da açıktır:
“Hâkimler ve savcılar, ticaret ve diğer kazanç getirici faaliyetlerde bulunamazlar.”
Yani kanun koyucu, olası çıkar çatışmalarını engellemek, yargının tarafsızlığını korumak için bu yasağı özellikle koymuştur.
Ama görüyoruz ki, bir savcı ticaretin içine girmiş, iddiaya göre şiddete ve tehdide başvurmuş, sonunda bir cinayetin mağduru olmuştur. Burada kaybolan sadece bir hayat değildir; adaletin itibarıdır.
Sorulması gereken sorular çok nettir:
Bir savcı hakkında bu iddialar önceden biliniyor muydu?
Eğer biliniyorsa, neden Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) tarafından soruşturma açılmadı?
Yargı mensubunun adı nasıl olur da işletme ortaklığı, borç ve kavga ile anılır?
Şurası unutulmamalıdır:
Bir Cumhuriyet Savcısı, toplumda adaletin timsalidir. Onun varlığı güven vermek içindir. Eğer savcı, kendi davranışıyla hukuk dışına çıkarsa, hem şahsını hem de tüm yargı camiasını zan altında bırakır.
Bugün yaşanan cinayet, sadece bir gencin öfkesiyle işlenen bir suç değil, hukukun kendi içindeki zaaflarının da acı bir göstergesidir.
HSK’ya Çağrı ve Sistem Eleştirisi
Bu dava yalnızca bir cinayet davası değildir. Aynı zamanda Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) kendi iç disiplinini sorgulaması gereken bir turnusol kâğıdıdır.
Eğer bir savcı, yıllarca ticaretin içinde olup, borç-alacak meseleleriyle, şiddet iddialarıyla anılıyor ve buna rağmen görevine devam edebiliyorsa; bu sadece bireysel bir zafiyet değil, sistemsel bir çürümenin işaretidir.
HSK, yalnızca ölümden sonra değil, ölümden önce harekete geçmelidir. Çünkü geç gelen adalet, adalet değildir. Yargı mensuplarının sicilleri titizlikle denetlenmediği sürece, benzer olayların yaşanması kaçınılmazdır.
Açık çağrımız şudur…
HSK, bu olayı sıradan bir cinayet dosyası gibi görmemeli; tüm yargı camiasını kirleten gizli ortaklık düzenine, çıkar ilişkilerine ve etik ihlallere karşı derhal kapsamlı bir soruşturma başlatmalıdır.
Adaletin itibarı, bireylerin keyfi davranışlarına bırakılamaz. Çünkü Hukukun gölgesi düştüğünde, devletin temeli sarsılır.