Bebekler devlet’in malı mı, ailenin emaneti mi?
Adana’da dünyaya gelen bebekten topuk kanı aldırmayan aileye açılan dava sonucu 2.5 aylık bebeğe kayyum atandı.
Adana’da dünyaya gelen bebekten topuk kanı aldırmayan aileye açılan dava sonucu 2.5 aylık bebeğe kayyum atandı. Baba Murat Çakmak, “Benim evladım belediye mi ki kayyum atanıyor. Biz belediyelere kayyum atanır diye biliyoruz” diye konuştu.
Dava açıldı, bebeğe kayyum atandı
Ancak topuk kanı alınmayıp aşı yapılmadığı için özel hastane durumu çiftin ikamet ettiği mahallenin sağlık ocağına, onlarda Sağlık Bakanlığı‘na bildirdi. Topuk kanı aldırmayan aile hakkında Sağlık Bakanlığı şikayetçi oldu ve Adana 6. Sulh Hukuk Mahkemesi’nde dava açıldı. Açılan davada mahkeme, ailenin ifadesine başvurdu. 2.5 aylık M.T. için kayyum atanmasına karar verdi. Aile, mahkeme sürecinde Murat Çakmak’ın kardeşi F.Ç.’yi evlatlarının vasisi olarak mahkemeye bildirdi. Davanın ilk duruşmasının önümüzdeki günlerde görülmesi bekleniyor.
Yeni doğan bebeklerden alınan topuk kanı testi, bilimsel gerekçelerle zorunlu tutulsa da, son yaşanan Adana olayı, işin hukuki ve etik boyutlarını sorgulamayı zorunlu kıldı. 2,5 aylık bir bebeğin ailesinden alınıp kayyum atanması, sağlık uygulamalarının aile iradesini yok sayacak kadar ileri gidip gitmediği sorusunu gündeme getirdi.
Ebeveynler, çocuklarının sağlığı için en doğru kararı vermeye muktedir mi, yoksa devlet, bu konuda son sözü söyleme hakkına mı sahip? Devletin sınırı nerede başlıyor, bireyin hakkı nerede bitiyor? Eğer çocuğun menfaati için devletin müdahale hakkı varsa, o halde çocuğunu obeziteye sürükleyen ailelerden de çocukları alacak mıyız? Onları sigara dumanına maruz bırakan ebeveynlere de kayyum atayacak mıyız?
Tıbbi zorunluluk mu, rant kapısı mı?
Bir test, gerçekten kesin sonuç veriyorsa, hastalıkları önlemede garanti sunuyorsa, elbette toplum sağlığı adına teşvik edilmelidir. Ancak Adana’da yaşananlar, bu işin tıbbi bir zorunluluktan ziyade, bir rant mekanizmasına dönüştüğünü gösteriyor. Aile sağlığı merkezlerine yapılan teşvik ödemeleri, yapılmayan testler için kesilen cezalar, ilaç firmalarının pazarlama stratejileri… Tüm bunlar, sağlık sektörünün ne kadar büyük bir ticaret alanına dönüştüğünü gözler önüne seriyor.
Eğer gerçekten toplum sağlığı hedeflenseydi, o halde neden tüm genetik ve metabolik hastalıklar taranmıyor? Neden yalnızca belirli birkaç hastalık için bu test zorunlu tutuluyor? Geri kalan binlerce hastalık için neden aynı duyarlılık gösterilmiyor? Sorular açık, fakat cevaplar muğlak.
Velayet devlette mi, ailede mi?
Bir bebeğin sağlığı söz konusu olduğunda devletin koruyucu bir rol üstlenmesi anlaşılabilir. Ancak bu, ailelerin devre dışı bırakılması anlamına mı gelmelidir? Eğer bir anne ve baba, bilinçli bir şekilde bu testi yaptırmak istemiyorsa, onların velayet hakkı neden sorgulanıyor?
Bugün, test yaptırmayan bir aileye kayyum atanıyorsa, yarın “aşı yaptırmayan”, “fast food yediren”, “yanlış eğitim veren” ailelere de aynı muamele uygulanacak mı? Çocukların gerçek sahibi kimdir? Aile mi, yoksa devletin performans ve teşvik sistemleriyle yönetilen sağlık politikaları mı?
Yanlış teşhislerin sorumluluğunu kim alacak?
Topuk kanı testlerinin kesin sonuç vermediği biliniyor. Yanlış pozitifler, gereksiz tedavilere ve hatta psikolojik travmalara yol açabiliyor. Eğer bir test yanlış sonuç verirse ve bir çocuk gereksiz ilaçlara, hastane süreçlerine maruz kalırsa, bunun sorumluluğunu kim üstlenecek?
Bu testler “kesin sonuç veriyor” diye mecburi hale getiriliyorsa, neden yanlış teşhisler için herhangi bir sorumluluk mekanizması yok? Devlet, “bu testi yaptırmadığın için seni suçlu ilan ediyorum” diyebiliyorsa, yanlış teşhis koyduğunda “yanıldım, özür dilerim” diyebilecek mi?
Aileler bilinçsiz değil, baskı altında
Topuk kanı testini reddeden aileler, bilinçsiz veya ihmalkâr ebeveynler değil. Tam tersine, araştıran, sorgulayan, çocuğunun sağlığı için en doğruyu bulmaya çalışan aileler. Ancak sistem, sorgulayan herkesi “problemli” ilan etmeye alışmış durumda. Tıpkı geçmişte PCR testleri konusunda yaşanan tartışmalar gibi, burada da tek bir seçenek dayatılıyor: “Ya kabul edersin, ya da suçlu ilan edilirsin.”
Ancak sağlık konusunda dayatma olmaz. İnsanlar bilgilendirilir, aydınlatılır, karar verme süreçlerinde özgür bırakılır. Çünkü sağlık bir hak olduğu kadar, bireyin kendi bedeni üzerindeki en temel tasarruf hakkıdır.
Çocuklarımızı korumak bahane mi?
Elbette hiçbir çocuk tedavi hakkından mahrum kalmamalı. Hiçbir hastalık göz ardı edilmemeli. Ama gerçekten çocukların sağlığı mı hedefleniyor, yoksa bu testler üzerinden sağlık sektörüne yeni bir kazanç kapısı mı açılıyor? Adana’daki olay, bir bebeğin menfaati için mi yaşandı, yoksa sistemin kendisine karşı duranlara verdiği bir gözdağı mıydı?
Velhasıl, mesele basit bir test meselesi değil. Mesele, devletin bireyin hayatına hangi noktada müdahale edeceği, bu müdahalenin hangi sınırları aşmaması gerektiği ve her bireyin kendi sağlığı konusunda söz sahibi olup olamayacağı meselesidir.
Eğer devlet, gerçekten çocukların iyiliğini düşünüyorsa, o halde çocukları sağlık sisteminin rant çarklarına yem etmeyecek, velayet haklarını bir performans kriterine dönüştürmeyecek, aileleri köşeye sıkıştıran değil, bilinçlendiren bir politika izleyecektir.
Yoksa, bugün topuk kanı bahanesiyle kayyum atanan çocuklar, yarın başka bahanelerle ailelerinden koparılmaya devam edecek…